Bu Blogda Ara

31 Ocak 2011 Pazartesi

Sürgündeki Demokrasi Arayışı: Raşid Gannuşi Röportajı

Bu röportaj, Tunus’un Nahda partisinin Londra’da sürgün hayatı yaşayan lideri Raşid Gannuşi ile Pazar akşamı; yani Tunus’taki yeni birlik hükümeti kurulmadan hemen önce The Financial Times tarafından yapılmıştır.

Zeynel Abidin Bin Ali’nin devrilmesinden sonra Tunus’ta yeni bir hükümet kurulmak üzere ve bu hükümet Tunus’ta faaliyette olan tüm partileri içinde barındıracak ama siz orada değilsiniz. Nahda, faaliyete geçebilmenin yolunu nasıl bulacak?

Yarın açıklanacak hükümet 7 Kasım döneminin (Bin Ali’nin darbeyle Habib Burgiba’yı devirdiği ve onu cumhurbaşkanlığından aldığı gün) devamı niteliğindedir ve o dönemden bir kopuş değil. Fakat devrim, o dönemden bir kopuş istiyor. Çünkü devrim, bir diktatöre ve o döneme karşı yapıldı. Fakat gördüğümüz yüzler, eski rejimin, tanınmış muhaliflerle makyajlanmış eski yüzleri.

Şu andaki durumu nasıl tanımlarsınız? Bin Ali döneminin sonunun başlangıcı olarak mı? Belki de siz devrimin daha tamamlanmadığını düşünüyorsunuz?

Bu hükümet içerisinde birbiriyle çelişen yapılar var. Belki Necib Çebbi (muhalif İlerici Demokratik Parti lideri) gibi bu sürece dâhil olanlardan bazıları, bunun, diktatörlükten demokrasiye geçiş yolu olduğuna inanıyorlar. Diğerleri yani iktidardaki parti ve ona tâbi olan muhalefet ise demokrasiyi diktatoryal bir sistemin yanıltıcı yüzü olarak görüyorlar ve aslında devrimi kontrol altında tutmaya çalışıyorlar.

Bin Ali döneminin bitişi, Tunuslular için çok yeni. Yerine koyabilecek bir şey yokken, sistemden keskin bir kopuşu nasıl sağlayabilirsiniz? Böyle bir geçiş sürecine ihtiyacınız yok mu?

Demokratik sisteme geçişi, mevcut anayasa üzerinden inşa etmek, diktatörlükten demokrasi yaratmaya çalışmak gibi beyhude bir çabadır. Çünkü sadece Allah ölüyü diriltebilir. Bu çürümüş diktatörlük sisteminden demokratik bir sistem elde edemeyiz. Geçişi, anayasanın 56 ve 57. maddeleriyle meşrulaştırmak, eski sisteme devam etmek anlamına gelir. Bu anayasa, bir tiranlık doğurdu. Devlet, yürütme, yasama ve yargı güçlerini kendi elinde toplayan ve kimseye hesap vermeyen tek adama indirgendi. Böyle bir anayasa nasıl demokratik bir sisteme giden yolun bir basamağı olabilir, hem de ilk basamağı?

Demokratik bir sistem inşa etmenin ilk adımı, demokratik bir anayasa yapmaktır. Bunun için, devleti yeniden şekillendirecek, siyasi partilerin, sendikaların ve sivil toplum kuruluşlarının katılacağı bir kurucu meclise ihtiyacımız var. Bu meclis, demokratik bir anayasa yapacak ve demokratik sistem bu temel üzerinden yükselecek.

Fakat bu mecliste kimlerin yer alacağına kim karar verecek? Sizin de bildiğiniz gibi, Bin Ali her şeyi kontrol ediyordu ama şimdi gitti. Tunus’taki siyasi partiler çok zayıf durumda, keza sendikalar. Bu insanları kim bir araya getirecek?

Devrimi kim yaptı? Devrimi halk yaptı. Bu devrim, öfkeli ve kontrolden çıkmış bir kalabalık tarafından yapılmadı. Devrimin temelinde 250.000 üniversite mezunu var. Onlar öfkeli ve eğitimsiz insanlar değiller. Devrimin temelinde onların interneti ve diğer medya gereçlerini yaratıcı ve etkin kullanmaları var. Bu sendikalar için de geçerli, liderlerinin eski rejimin uşakları olduğu doğrudur ama bölgesel sendika yönetimleri protestoların merkezindeydi ve devrimi onlar yönlendirdiler.

Avukatlar da en büyük protesto yürüyüşlerinin önemli unsurlarındandı ve bunlar, daha sonradan, sonuna kadar gidebilmek için muhalefet saflarına geçmiş önemli odaklar. Hâlâ önemli sivil toplum kuruluşları, avukat örgütleri, sendikalar, siyasi partiler, işsiz üniversite mezunlarını temsil eden örgütler mevcut orada. Kurucu meclisi destekleyecek olanlar da onlar. Bizim gördüğümüz, şu andaki geçiş sürecinde, bu insanlar yoklar ve temsil edilmiyorlar.

Muhalefetteki diğer liderlerle iletişimde misiniz? Onlarla hiç görüştünüz mü?

Biz, 2005‘te partiler ile sivil toplum kuruluşlarını bir araya getiren 18 Ekim hareketini kurduk. Bizimle birlikte İlerici Demokratik Parti’den Necib Çebbi, Tunus Komünist İşçi Partisi, Cumhuriyet Kongresi ve diğer insan hakları örgütleri bu harekete destek veriyorlar. 2005’te bu hareket sadece basit bir talep için kuruldu: herkes için ifade ve örgütlenme özgürlüğü ve tüm partilerin haklarının tanınması.

Daha sonra, bu işbirliğini daha ileri götürdüğümüz zaman, ortak entelektüel birikimimizi detaylandırmak için, hareketin tüm üyelerinin üzerinde anlaştığı ve katıldığı birkaç bildiri yayınladık. İlki, felsefi çoğulluk hakkındaydı. Çoğulluğun ve parti kurma hakkının önünde şiddeti benimsemeleri dışında hiçbir engel olamaz.

İkinci bildirinin konusu, kadın haklarıydı. Çünkü yönetim sürekli olarak, İslamcıların kadınlardan haklarını geri alacakları yönünde insanları korkutuyordu. Bu yüzden, İslamcılarla birlikte çalıştıkları için itham edilen yoldaşlarımızı rahatlatmalıydık. Bireysel statüler kanununu tanıdığımızı, kabul ettiğimizi ve iptal etmeyeceğimizi deklare ettik. Aslında, bunları 17 Temmuz 1988’den beri söylüyoruz.

Bir diğer bildirimiz vicdan özgürlüğü hakkındaydı ve İslamcılara yönelik din değiştirmenin cezalandırılacağı ve insanların inançları yüzünden öldürüleceği suçlamalarını ele aldık. Bu bildiri, Tunusluların istedikleri şeye inanma özgürlükleri olduğunu, istedikleri inançtan çıkma ve istediklerine girme hakları olduğunu ve inancın kişisel bir konu olduğunu savunuyordu. Bu bildiriler temelinde, bu işbirliği, artık kısa dönemli siyasi bir koalisyondan toplumsal sosyal bir projeye dönüştü.

Kadınların eşit olduğu, insanların istedikleri partiyi kurabildikleri ve istedikleri partiye katılabildikleri ve herkesin inanç özgürlüğüne sahip olduğu bir Tunus için çalışıyoruz.

Geçtiğimiz iki gün içerisinde bazı liderlerle görüştünüz mü? Bir işbirliği söz konusu mu?

Evet, koalisyonun üyeleri ile iletişim halindeyiz… Fakat ülkedeki en son gelişmelerle birlikte, var olan durumu değerlendirirken aramızda görüş ayrılıkları doğdu. Özellikle, Bin Ali’nin devrilmesinden iki gün önce, Necib Çebbi’nin, geçiş hükümetinin de başında yer alacak olan eski başbakan Muhammed Gannuşi’yle görüşmesi… Çünkü bu, Bin Ali’nin iktidarda kalmak için son kozuydu: ulusal birlik hükümeti kurma çağrısı. Yani, kurulacak olan ulusal birlik hükümeti de Bin Ali tarafından planlandı. Çebbi, bu oyuna düştü ve başbakanla görüştü ama diğer yoldaşlarımız görüşmeyi reddetti.

Bugün Nahda, Tunus’un ne kadarını temsil ediyor? Uzun süredir Londra’dasınız… İnsanların hâlâ Nahda’ya bağlı olduklarını düşünüyor musunuz?

Bunu sadece seçimlerle görebiliriz. Batı’da partilerin popülerliği seçimlerle ölçülüyor. %99 oranında oy alırım diyen birisi, % 10, 20 veya 30 oranında oy alabiliyor. Ancak Tunus’ta partilerin seçim yasakları kaldırıldığında, partilerin halkın nezdinde başarılı veya başarısız olduklarını değerlendirebiliriz.

Size biz çok popüleriz diyebilirim ama siz buna inanacak mısınız? Şu anda, Tunus’ta Nahda Hareketi’ni hiç tanıma fırsatı olmamış yeni nesiller var ve biz de onları tanımıyoruz. Onlara yönelme veya onları etkileme fırsatını vermediler bize.

Umuyoruz ki çoğunluk bizi hâlâ hatırlıyordur. Ama Nahda’nın üzerindeki baskı çok ağırdı. Tunus’ta bir tane aile yoktur ki üyelerinden biri, Nahda’yla ilişkisi sebebiyle hapsedilmemiş, işini kaybetmemiş veya sürgün edilmemiş olsun.

Daha son gösterilerde, üyelerimizden biri daha öldürüldü. Önce kaçırıldı sonra öldürüldü. 30.000 üyemiz ve sempatizanımız, 90’ların başında hapse atıldı. Adeta bize karşı sefer düzenlediler. Yüzün üzerinde insan, Nahda bahane edilerek işkenceye maruz kaldı veya işkenceyle öldürüldü. Bunlar olurken, Bin Ali’ye Avrupa’dan çok büyük destek geldi ve Tunus, AB’nin ticari ortağı olan ilk Güney Akdeniz ülkesi oldu (İşbirliği Anlaşması’ndan bahsetmekte).

Uluslararası Af Örgütü ve diğer insan hakları kuruluşlarının belgelediği işkenceler sürerken ve baskılar tepeye tırmanırken; Avrupa, Bin Ali’yi müthiş başarılarından ve yarattığı ekonomik mucizeden ötürü ayakta alkışlıyordu. Avrupa üniversiteleri, Bin Ali’ye insan hakları ödülleri ve fahri doktoralar verirken; o, Tunusluları boğazlıyordu.

Tunus’u terk ettiğimde, çoğu Avrupa ülkesine girişim engellendi. Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya’ya giriş vizelerim vardı. Bin Ali’nin yumruğu Nahda’nın üzerine inmeye başladığında, Büyük Britanya hariç hepsi iptal edildi. Diğer tüm Avrupa ülkeleri, topraklarına girmemi engellerken, bana iltica hakkı veren bu ülkeye şükran borçluyum. Topraklarındaki Nahda üyelerini sınır dışı eden veya Tunus’a iade eden tüm Arap ülkelerinden bahsetmeyeyim bile…

Önceden bahsettiğiniz bir konuya dönelim. 18 Ekim hareketinde bile, İslamcı olarak hareketin meşru bir üyesi olduğunuzun kabullenilmesi için, öncelikli bazı konularda tavrınızı net ortaya koyduğunuzu göstermek zorunda kaldığınız bir gerçek. Birlik hükümetinin bir İslamcı ortağının olmasının Tunus’un, özellikle AB ile olan dış ilişkilerine zarar verebileceği hakkında kaygı duyuyor musunuz?

Ben, AB’yi, Nahda’yı sindirmesi konusunda Bin Ali’ye baskı yapmadığı için suçlamıyorum. Bin Ali, Nahda’yı dindar veya İslamcı olduğu için değil, sistemine karşı güçlü bir muhalefeti temsil ettiği için baskıladı.

Habib Burgiba (ülkenin bağımsızlıktan sonraki ilk başkanı, 1987’de Bin Ali’nin darbesiyle devrildi) ve Bin Ali yönetimleri zamanında, ilk olarak hapislere doldurulanlar Nahda üyeleri değillerdi. 50’lerde, hapishaneler Yusufçularla (Burgiba’nın Yeni Düstur Hareketi’nden kopan hareketin ikinci adamı Salah Ben Yusuf’a bağlı siyasi aktivistler), 60’larda solcularla, 70’lerde sendikacılarla doluydu. 80’lerde ise güvenilirliği olan her muhalif hareketi ezen bu rejimde, bizim hapishanedeki yerlerimizi alma sıramız gelmişti.

Bu yüzden, Bin Ali’nin baskısından Avrupa Birliği’ni sorumlu tutmuyoruz. Bin Ali, kendisine muhalif olan herkesi ezdi. Fakat Avrupa, bırakın karşı çıkmayı, bu baskıyı eleştirmedi bile. AB-Tunus ticaret anlaşmasının, ekonomik boyutunun yanı sıra, hükümetin insan haklarını ve demokrasiyi koruması gerektiğini öngören insan hakları ve politik şartları da varken; AB, Bin Ali’yi sadece ticari ortak olarak kabul etmekle yetindi.

Bu insan hakları boyutu bir kenara kondu ve Bin Ali, Tunuslulara gaddarca saldırırken, seçimlerde hile yaparken, % 99 oyla seçilirken, Avrupa suskun kaldı. Neden? Çünkü Bin Ali, kendini Avrupa’ya şöyle tanıttı: Biz bir savaş veriyoruz, biz köktenciliğe karşı savaşıyoruz, ortak bir düşmanımız var ve biz de sizin terörle savaşınızda sizin müttefikiniz olarak yer alıyoruz.

Aslında terörün büyük kaynağı Bin Ali’ydi. Nahda’nın Tunus’ta faaliyette bulunabildiği sırada, Tunus’ta el-Kaide veya diğer şiddet grupları yoktu. Oysa şimdi, yüzlerce Tunuslu genç, Irak’ta, Somali’de ve Afganistan’da savaşıyor. Çünkü ılımlı İslam hareketiyle tanışma şansları olmadı ve el-Kaide ideolojisinin etki alanına girdiler.

Bin Ali, kendini Avrupa’ya, teröre engel olacağım diye pazarlayarak destek istedi. Hâlbuki Avrupa’nın maruz kaldığı terörizmin en büyük kaynağı kendisiydi.

Gerçekten geri dönecek misiniz? Döneceğinizi söylüyorsunuz, peki ne zaman geri dönebilmeyi bekliyorsunuz?

Geri dönmeye karar verdim çünkü Tunus’u terk etme nedenim artık ortadan kalktı. Ömür boyu hapis cezasına çarptırıldım (bir tanesi yetmemiş üç tane müebbet hapis cezası almış) ve ömrümün geri kalanını hapiste geçirmek istemedim. Özgürlük hakkımı savunmak zorundaydım.

Şimdi Bin Ali gitti, benim için doğal durum, ülkemde olmak, sürece dâhil olmak. Ama diktatör gitmesine rağmen diktatörlük hâlâ yerinde. Diğerleriyle birlikte ben de diktatörlüğü parçalamak için katkı sunmak ve Tunus’un diktatörlükten demokrasiye geçişine yardımcı olmak arzusundayım. Bu çabalara destek olmak için, bu geçiş sürecine rağmen, Tunus’a dönmeliyim.

Geri dönerek yeniden organize olacağız ve yeni nesilleri, ılımlı ve demokratik düşüncelerimiz uyarınca eğiteceğiz.

Bizim fikirlerimiz, şu anda Türkiye’de iktidarda olan AKP’nin fikirlerine benziyor. Aslında benim kitaplarımın neredeyse hepsi Türkçeye çevrildi ve geniş bir kitle tarafından okundu.

Fakat kendim için bakanlık veya başkanlık gibi siyasi emellerim yok. Bazıları beni Tunus’un Humeyni’si olarak sunuyor ama ben Humeyni değilim.

Benim evim Tunus’ta. Ömrümün kalanını kardeşlerime ayırdım. Nahda’nın üyeleri, benim geri dönme isteğimden ve arzumdan haberdarlar ve bunun için ayarlamalar yapmak, onlara kalmış. Yani aslında “gel” dedikleri gün, geri döneceğim.

Yaşım siyasi hedefler için geçti. 70’e merdiven dayadım ve Nahda’nın içinde politik aktivizme daha elverişli ve daha çok yakışan gençler var. Müslüman dünyanın koşullarından dolayı, İslami fikriyatın gelişmesi yönünde katkı sunmaya ve ilişkilerimi kullanmaya niyetliyim. Umut ediyorum ki kalan ömrümü bu amaçlar için vakfedebilirim.

Tunus, Müslüman dünyanın bir parçası ve benim ilgi alanımın içinde ve ödevlerimin arasında olacak.

Nahda’nın bazı açılardan, Türkiye’deki yenilikçi AKP’ye benzediğini söylediniz. Eğer Nahda’yı, bölgedeki diğer İslamcı hareketler ve partilerle değerlendirirseniz, İhvan Hareketi’ne (Müslüman Kardeşler) ne kadar yakınsınız?

(Birleşik Krallık’a ilk geldiğimde) Manchester Üniversitesi’nde bir ders verdim. Orada demokrasinin komünist partileri dışlamaması gerektiğini anlattım. O sırada, komünizmi ateizm olarak kabul eden İslamcılar, bunu şiddetle reddettiler. Ben de, seküler yönetime “bizi kabul et” derken, iktidara geldiğimiz de, komünistleri yok edecek olmanın etik olmadığını söyledim. Biz insanları oldukları gibi kabullenmeliyiz. Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi, kişi kendisi için istediğini, kardeşi için de istemelidir. Kant da der ki, insanlara karşı tavırlarınızda, kendi davranışlarınızı esas almalısınız.

O sıralarda, bu, İngiltere’de sürgünde olan İslamcı Araplara çok yabancıydı ve ben seküler olarak ve seküler bir hareketin parçası olarak nitelendirildim. Çünkü kimseyi dışlamayan bir demokrasi çağrısı yapıyordum.
Aslında, 5 Haziran 1981’de kurulduğumuzda, gazeteciler bana “Eğer Tunuslular komünistleri seçerse, bunu kabul eder misiniz?” diye sordular.

Ben de, eğer Tunuslular komünistleri seçerse, bu kararlarına saygı duyacağımı ama bunun yanlış bir tercih olduğu konusunda bir dahaki seçime kadar onları ikna etmek için çabalayacağımı ve bir dahaki seçimde ikna edip edemediğimizi göreceğimi söylemiştim.

1981’den bugüne, İslam dünyasında birçok değişiklik oldu, demokratik düşünce yayıldı ve İslamcılar diktatörlüklerin tehlikeleri ile demokrasinin getirilerinin farkına vardılar. Taliban yönetimindeki Afganistan ve İslamcı Sudan örneklerinde olduğu gibi, demokratik olmayan İslami rejimlerin zararlarını da gördüler.

Bu fikirlerin artık ana akım İslami hareketler tarafından kabullenildiğine inanıyorum. Örneğin, en büyük İslami hareket olan İhvan, demokratik ilkeleri kabul etti ve çoğulluk ile kadınların siyasete katılımı üzerine birçok bildiri yayınladı. Mısır’daki Müslüman Kardeşler, son politik programlarında, bazı noktalarda rezervlerini korusalar da, bu fikirleri kabullendiler. Fakat örneğin, bir kadının devlet başkanlığına veya bir gayrimüslimin, örneğin bir Kıpti’nin devlet başkanlığına karşı çıkarlar. Bu bakış açısını, televizyonda açıkça eleştirdim ve ayrıca El Cezire için bu konu hakkında bir makale de yazdım. O makalede dedim ki, devletin işleyiş temelini, vatandaşlık ilkesi üzerine kurmalıyız. Bu yüzden, kadınlar ve Kıptiler de vatandaş olduklarına göre istedikleri makama gelebilme hakları vardır.

Ayrıca, gerçekten eklemeliyim ki Müslüman Kardeşler tarafından ortaya konan bu proje daha tartışılıyor, yani son aşamasında değil. İçeriden bir muhalefetle karşılaştıklarında, bunun hata olduğunu anlayacaklar. Özellikle Mısır’daki son olaylardan sonra, İbrahim Münir (Müslüman Kardeşler’in Uluslararası Organizasyonu’nun Genel Sekreteri) gibi birçoğu, Kıptilerin devlet başkanlığına artık karşı çıkmadıklarını ve bir önceki pozisyonlarını değiştirdiklerini ifade ettiler. Ulusal birliği de zedeleyen bu tutumda bir miktar gelişim sağlandı. Nahda, 1980’lerde demokrasiyi bir yudumda içti, diğer İslamcılarsa hâlâ yudumluyorlar.

Tunuslular kendilerini, Bin Ali’nin rejimini sürdürmesine izin veren Avrupalı komşuları tarafından ihanete uğramış hissediyorlar mı? Tunus’un ekonomik ve politik olarak AB’ye fazlasıyla bağımlı olduğunu düşünüyor musunuz? Eğer öyleyse, Tunus, Türkiye’nin yaptığı gibi, Şark’la olan ilişkilerini dengelemeli mi?

Avrupa’nın çıkarları peşinde koşma hakkı vardır, buna bir itirazımız yok. Onlara çıkarlarının nerede olduğunu öğretmeyiz, zaten onlar çıkarlarının nerede yattığını bilirler. AB ülkeleri, Bin Ali’yi kendi çıkarları için desteklediler fakat fark ettiler ki bu ilkeler ve etik değerler pahasına ortaya konan basiretsiz bir tavırmış.

Biz inanıyoruz ki etik değerlere saygı duyarak da çıkar peşinde koşulabilir. Etik değerler ile çıkarlar arasında bir çelişki yoktur.

Diktatörler, güçlü oldukları sürece destekleneceklerinin ve düştüklerinde terk edileceklerinin farkına varmalılar. Gördüğümüz üzere, Fransa, Bin Ali’yi destekliyordu fakat devrildiğinde ona karşı olan birliğe dâhil oldu. Bin Ali’nin uçağının Paris’e inmesine izin vermediler.

Fakat olayların başlangıcından beri, Fransa ve İngiltere olumlu tutum takındılar. Tunusluların demokrasi ve özgürlük haklarını tanıdılar. ABD dâhil diğer ülkeler de bunu açıkladılar.

Arap dünyası ise, bu dalganın yayılmasından endişe ederek, memnuniyetsizliğini ve kaygısını ifade etti. Her ülkenin kendi şartları var diyerek onları rahatlatmaya çalışsak da, hâlâ korkuyor görünüyorlar. Onları teskin edememiş görünüyoruz.
Diktatörler Batı tarafından destekleniyor fakat bir kere insanların güvenini kaybederlerse, Batı onları terk edecek. Fakat diktatörler aptal ve bu gerçeğin çok geç farkında varıyorlar çünkü tarih okumuyorlar, yakın tarihi bile. İran Şahı, ülkeden kovulduktan sonra, adeta devr-i âlem yaptı (1979’da Tahran’dan kaçtıktan sonra yardım için aranırken) ama kimse onu kabul etmedi.

Avrupa’yla ilişkiler hakkındaysa, Bin Ali’nin gidişi, Avrupa Birliği ile ilişkilerin sonunu getirmedi. Böyle ilişkiler, yönetimde olan hükümetlere göre değil, konuma göre belirlenir.

Bin Ali’den önce de sonra da AB ile Kuzey Afrika’nın güçlü ilişkileri vardı. Onlar, bizim yakın komşularımızdır ve her zaman Kuzey ve Güney Akdeniz arasında güçlü ticari ve kültürel ilişkiler olagelmiştir. Roma, Kartaca ve İslamiyet dönemlerinde, Avrupa’yla ilişkiler, belirli bir kişi sayesinde kurulmadı.  Açık bir gecede, Tunus kıyısından Avrupa’nın ışıkları görünür.   

Tunus’taki milliyetçi güçlerin talebi, Avrupa’yla ilişkilere son vermek değil ama denge sağlamak. İlişkiler karşılıklı denge ve eşitlik üzerine inşa edilmeli ve ilişkiler, insanların zenginliklerine, özgürlüklerine ve onurlarına mal olmamalı.

Önceden aksini söylememe rağmen, Nahda, birkaç yüz üyesini, siyasi mülteci olarak kabul eden Fransa, İtalya, İsviçre, Belçika, Hollanda ve İngiltere gibi Avrupa ülkelerine minnettardır. Bunu, Bin Ali’nin aşırıcılık suçlamalarına ve büyük baskılarına rağmen yaptılar. Fakat hiçbir Avrupa ülkesi bu iddialara kulak asmadı ve bu, bizim takdir ettiğimiz etik bir tavır.

1.000’in üzerinde Nahda üyesi, sadece mülteci değil, artık Avrupa vatandaşı ve hayatın tüm alanlarına katkıda bulunabiliyorlar. Çoğu iş adamı ve iş kadını, daha geniş İslami topluluklara katıldı. Aşırı fikirlerin ılımlı hale getirme ve bu fikirlere karşı çalışma hedeflerini güdüyorlar. Bu yüzden, Avrupa’nın sırtında bir yük değiliz. Avrupa’daki yaşama, olumlu bir güç olarak katkı sunuyoruz ve sığınma paktına sadık kalıyoruz.

18 Ocak 2011 tarihli yazının İngilizce aslı için:   

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder