Bu Blogda Ara

31 Ocak 2011 Pazartesi

Tunus’ta Bacılar Bunu Kendileri İçin mi Yapıyorlar?

Golbarg Bashi*
Tunus’un Manuba Üniversitesi’nden Dr. Amel Grami ile bir röportaj

Ocak 2011’deki Tunus isyanı, tüm dünya için sürprizdi. Umutsuz bir gencin intiharını takiben, toplu isyan dalgası tüm ülkeyi sardı ve 23 yıllık diktatörlüğünün ardından Başkan Zeynel Abidin Bin Ali’nin gösterişli devrilişiyle sonuçlandı. Değişim umudu, tüm Tunus’u hatta komşu ülkeleri de sardı. Fakat nasıl bir değişim? Özellikle kadınlar, bu devrim hareketinden nasıl etkilenecek? Tunus’taki bu hızlı gelişmelerin arasında, çok küçük bir kadın mücadelesi olduğunu biliyoruz.

Tunus, erkeklerin çok eşli evlilik imtiyazını kaldıran ilk Arap ülkesi olarak biliniyor ve en azından yasal düzlemde cinsiyet eşitliği açısından ileri bir adım olarak görülen “Bireysel Statüler Kanunu” ile meşhur. Tunus, cinsiyet eşitliğini, diğer Müslüman ülkelerden daha çok önemsiyor gibi görünse de,  Haziran 2009’daki başkanlık seçiminden sonra İran’da beklenmedik şekilde yükselen isyanda - Yeşil Hareket olarak biliniyor- Tunus’taki toplu gösterilerden çok daha fazla kadın vardı. Fakat bu sadece görsel bir izlenim. Kadın hakları konusunda, Bin Ali’nin yönettiği Tunus, çoğu yönüyle İran’daki Pehlevi rejimine (1925-79) benziyordu.

İranlı ve milletler üstü bir feminist olarak, özellikle öğrenmek istediğim, Tunus’taki bu hızlı değişim, feminist bir reform hareketine mi, yoksa İslamcılar (veya diğer ideolojilerin müritleri) eliyle kadın haklarında gerilemeye sebep olacak bir harekete mi dönüşeceği.  Pehlevi yönetimini deviren çok yönlü ve yaygın bir isyan hareketi olan 1979’daki İran Devrimi’nin Ayetullah Ruhullah Humeyni ve İslamcı yoldaşları tarafından gasp edilmesi gibi… Devrimin İslamileşmesi ve ayetullahların gücü ellerine geçirmeleri, kadın haklarında hızlı bir gerilemeye sebep oldu ve “cinsiyetçi apartheid sistemi” ile sonuçlandı. 30 yıldır, İranlı feministler tüm entelektüel birikimlerini, en azından reform yapılmasını istemeye ve yenilmeye harcıyorlar.

Tunus’taki mücadelede kadınların rolünü ve Tunus’ta feminizmin geleceğiyle ilgili sorularımın cevabını bulmak için Tunus’un öne çıkan feminist akademisyenlerinden birisine ulaştım. Dr. Amel Grami, Manuba Üniversitesi Edebiyat, Sanat ve Beşeri Bilimler Fakültesi’nde öğretim üyesi. Toplumsal cinsiyet çalışmaları, kadın tarihi ve İslam çalışmaları konusunda dersler veren Grami, uluslararası konferanslara sıklıkla konuşmacı olarak katılıyor. Ayrıca, Tunus Ulusal Çeviri Merkezi’nde fikir ve medeniyet tarihi üzerine bir çeviri programını yönetiyor.

Dr. Grami’yle, Tunus ve İran isyanlarında çok benzer roller üstlenen sosyal ağ sitesi Facebook üzerinden iletişim kurduk. Sorularım ve Dr. Grami’nin Tunus Devrimi analizlerini içeren cevapları:

***

Tunus’taki son dönem gelişmeler ve Bin Ali’nin devrilmesi hakkında fikirleriniz ve tepkileriniz nelerdir?

“Gençlik Devrimi”nin sadece Tunus için değil, Orta Doğu’daki insanlar başta olmak üzere tüm insanlar için tarihi bir olay olduğunu düşünüyorum. Bu devrimin başarısı bize gösteriyor ki insanlar kendi gerçekliklerini değiştirmek ve yeni demokratik bir cumhuriyet kurmak istiyorlar ve bu, entelektüeller için gerçekten sürpriz oldu.

Bu gelişmelerde, eğer varsa, kadın hakları gruplarının rolü ne oldu?

İnanıyorum ki, son gelişmeler, gençlerin, yetişkinlerin, kadınların ve erkelerin ortak eseri olan spontane eylemlerdi. İdeolojik hiçbir slogan atılmadı. Kadınlar, vatandaş ve değişimin aktörleri olarak oradaydılar, herhangi bir siyasi veya insan hakları hareketinin üyeleri olarak değil.

Bin Ali’nin 30 yıllık yönetimi boyunca, Tunus’un kadın hakları karnesini nasıl görüyorsunuz?

Tunus yönetiminin resmi söylemi, Tunus’taki kadının statüsünü, tüm Arap ve Müslüman ülkelere örnek olabilecek düzeyde görüyordu. İçerde ise, kadın hakları aktivistlerinin daha çok adalet, eşitlik ve insan hakları için çabaları, çoğunlukla görünür değildi. Örneğin, Demokratik Kadınlar Birliği, yönetim tarafından çok sıkı kontrol ediliyordu. Bu birliğin birçok üyesi, rejim baskısı ve polis şiddeti mağduruydu.

Bu tarihi zamanda, Tunus’un geleceğinde kadın haklarının devamının güvence altına alınması için mücadele edecek tabansal kadın örgütleri var mı?

Tunus Demokratik Kadınlar Birliği (ATFD) ve Tunuslu Kadınlar Araştırma ve Geliştirme Birliği (AFTWRD), herhangi bir gerilemeye karşı direnecek örgütler arasında başı çekiyor. Daha fazla hak verilmesi için kampanyalar sürdürüyorlar ve kadın haklarıyla ilgili temel konuları İslamcılarla görüşmeye ve tartışmaya başlamak konusunda ısrarcılar.

Tunus’un bu tarihi anlarında, sizin korkularınız ve beklentileriniz nelerdir?

Umut ediyorum ki, yeni bir ülke kurmak ve insan hakları ile insanlık onurunu korumak için kendi siyasi partilerimizi kuracağız. Korkumuz ise zihniyette ve bakış açısında gerileme olması.

Tunuslu ve diğer Arap ve Müslüman kadınların birbirlerinin deneyimlerinden çıkarabilecekleri dersler nelerdir?

Aslında dünyadaki tüm kadınlar birbirlerinden bir şeyler öğrenebilirler ve deneyimlerini paylaşabilirler. Arap ve Müslüman kadınlar kesinlikle bu devrimden ilham aldılar. Çoğu aktivist, kendi durumlarını değiştirmek için mücadelesine devam edecek. Eğer yönetimler bu çağrılara tepkisiz kalırlarsa, kadınlar, haklarına sahip çıkmak için “sokaklar”ı kullanmalılar.

Bildiğiniz gibi, kadınlar, 2009’da İran’da demokratik bir başkaldırı olan Yeşil Hareket’in ön saflarındaydılar. İran ve Tunus bağlamlarında mevcudiyetlerinin benzerlikleri ve farklılıkları nelerdir?

Her zaman İran’daki Yeşil Hareket’e imrenmişimdir, çünkü diktatörlüğe karşı kolektif bir bilincin ve direncin göstergesidir. Maalesef böyle bir direnç birçok sebepten ötürü başarısız oldu. Aslında, İran’daki kadın hakları hareketiyle ilgili endişelerim var. Eğer Tunus’taki “Gençlik Devrimi” hakkında konuşacaksak, bu devrimi yapılabilir kılan ve gençleri mobilize eden internetteki sosyal ağların hakkını teslim etmeliyiz. Tunus’ta ayrıca şunu fark ettim ki yerel kültürün ve zihniyetin gerçekliğini ve bakış açısını farklı şekillendirmemize yardımcı olan farklı bir modernite algımız var.

Tunus’ta şu andaki kaotik atmosfer içinde, kadınların durumu hakkında kaygı duyuyor musunuz?

İyimseriz ama aynı zamanda, devrimin gerçek anlamının, karşılaşacağımız zorluklarının ve risklerinin gerçekten farkında olmalıyız.

İslami hukuk veya daha geniş bir içerik çerçevesinde, Tunus’taki kadınların haklarına ulaşacağını tahayyül ediyor musunuz?

Kimlerin veya hangi tarz liderlerin koalisyon oluşturacağı hakkında bir fikrimiz yok. Bu yüzden, gelecek hakkında konuşmak için daha çok erken. Bizim en baştaki önceliğimiz, İkinci Cumhuriyet’in kuruluşunu hazırlamaktır.


*Golbarg Bashi, yüksek lisansını Columbia Üniversitesi Kadın Çalışmaları’nda, doktorasını aynı üniversitenin Orta Doğu Çalışmaları’nda yaptı. Şu anda Rutgers Üniversitesi Batı Asya (İran dâhil) Tarihi’nde ders veriyor. Aynı zamanda, Tehran Bureau adlı internet sitesine kadın konularında katkı sunuyor. 

Tunus: Kilit İsimler

Tunus’un uzun süreli lideri Zeynel Abidin Bin Ali’nin, Kuzey Afrika’yı sarsan bir başkaldırı ile devrilmesinin üzerinden bir hafta bile geçmedi ama geçiş hükümeti şekillenmeye başladı bile. Yeni seçimlerin 6-7 ay arasında yapılacağı taahhüt edildi.

Eski Nizamın Bekçileri
Bakanlar: Başkanlık koltuğunda şu anda eski meclis başkanı Fuad Mebazaa oturuyor. Sabık başkan Bin Ali’nin kontrolündeki eski hükümetin altı bakanı da, 1999’a kadar başbakanlık koltuğunda oturan ve Bin Ali’nin dostu olan Muhammed Gannuşi’nin başkanlığını yaptığı yeni birlik hükümetinde yer alıyorlar. Mebazaa ve Gannuşi, Bin Ali’nin Demokratik Anayasal Birlik’ten (RCD) istifa ettiklerini açıkladılar. Dışişleri Bakanı Kemal Morjane, İçişleri Bakanı Ahmed Friaa, Savunma Bakanı Ridha Grira ve Maliye Bakanı Ridha Chelghoum, şu anki hükümette görevleri süren güçlü isimler.

Ordu: Tunus ordusunun başındaki kurmayların Bin Ali’nin devrilmesinde kilit rol oynadıkları oldukça yaygın bir kanı. Genelkurmay Başkanı Gen Raşid Ammar’ın silahsız protestocular üzerine ateş açmayı reddetmesi ve sabık başkanın arkasından ordunun desteğini çektiğine inanılıyor. Gözlemciler, ordu komutanlarının sahnenin arkasındaki güç olduklarını ve kendi siyasi ihtiraslarına sahip olduklarını söylüyorlar.

Siyasi Partiler: Başkan Bin Ali iktidarında, birçok parti olsa da tek parti rejimi hâkimdi. Tek parti olarak nitelendirilen birlik de Sosyal Demokratlar Hareketi, Halkın Birliği Partisi, Birlikçi Demokratik Birlik, Yenilenme Hareketi (Ettajdid), Demokratik İnisiyatif Hareketi, Sosyal Liberal Parti ve İlerici Yeşil Parti’den oluşuyor.

Yeni Yüzler
Tunus tarihinde ilk defa, Başbakan Gannuşi hükümete üç muhalefet partisinden temsilcileri dahil etti. Ettajdid Partisi lideri Ahmed İbrahim, Yüksek Eğitim Bakanı ve İlerici Demokratik Parti’nin kurucusu Necib Çebbi ise yeni Kalkınma Bakanı olarak atandı. Fakat Özgürlük ve Emek Birliği’nden Mustafa Ben Cafer ise Sağlık Bakanı olarak atanmasından bir gün sonra RCD’nin hâla hükümetteki varlığını sürdürmesinden doğan öfkeli gösterilerden dolayı istifa etti. Protestolar sırasında tutuklanan muhalif blog yazarı Slim Amamou, Tunus’un yeni Gençlik ve Spordan Sorumlu Devlet Bakanı oldu.

Sürgündeki Muhalifler
Sürgündeki en önemli siyasi partiler, İngiltere’deki Nahda Hareketi (Yeniden Doğuş) ve Fransa’daki Cumhuriyet Kongresi. Ülkede ne ölçüde taban destekleri olduğu ise bilinmiyor. Yasaklı İslamcı parti Nahda’yı devlet düzenini yıkmaya çalışmak suçuyla eski rejim tarafında müebbet hapse mahkum edilen Raşid Gannuşi (Başbakan Muhammed Gannuşi’yle bir akrabalığı yok) yönetiyor. Başbakan Gannuşi, Nahda’nın liderinin af yasası yürürlüğe girmeden ülkeye dönüşünü yasakladı. Londra merkezli parti, demokrasiyi, siyasi çoğulluğu ve Batı ile diyalogu savunuyor. İslami bir anayasanın peşinde koşuyor.

Yasaklı seküler parti Cumhuriyet Kongresi ise Moncef Marzuki tarafından yönetiliyor. Marzuki, 20 yıllık Paris sürgününden sonra artık Tunus’ta. Tunus’taki siyasi partileri Bin Ali rejimiyle işbirliği yapmakla suçluyor ve önümüzdeki seçimlere girmek istediklerini belirtiyor. Başlıca söylemleri ise insan hakları, bağımsız bir yargı ve serbest seçimler…

19 Ocak 2011 tarihli yazının İngilizce aslı için: http://www.bbc.co.uk/news/world-africa-12214649

Tunus Domino Etkisi Yaratacak Mı?

Tunus Devlet Başkanı Zeynel Abidin Bin Ali’nin devrilmesinin ardından, gözlemciler bölgedeki diğer ülkelerle Tunus arasında benzerlikler kuruyorlar. 1989’da Doğu Avrupa’daki Komünist rejimlerin yıkılışına benzer şekilde olası bir domino etkisinin yaratacağına dair tahminler yapılmakta.

Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki birçok ülkede, genç ve hızla büyüyen nüfuslar siyasi temsiliyetin olmayışı, yüksek işsizlik oranı ve yükselen gıda fiyatlarıyla karşılaşıyorlar. Hatta bazı ülkeler, yerlerin vasi tayin etmekle uğraşan yaşlı diktatörler tarafından yönetiliyor. Bahsedilen ülkeler hangileri ve gerçek bir değişiklik olma şansı ne kadar?
MISIR
Nüfus: 84,5 milyon
İşsizlik Oranı: % 9,4 (2009)
Yüzölçümü: 1 milyon km2
GSMH: $ 2.070
Yüzeysel olarak bakıldığında, Mısır ile Tunus arasındaki benzerlikler ziyadesiyle fazla – sert ekonomik koşullar, rüşvet ve vatandaşların siyasi hayatın yarattığı tatminsizlikler üzerine neredeyse hiç ifade haklarının olmaması. İktidar üzerinde neredeyse tam bir tekele sahip olan Başkan Hüsnü Mübarek (82), 30 yıldır görev başında ve bu sonbahardaki seçimlerde bir kez daha seçilmeyi bekliyor.
Fakat Mısırlıların derin öfkeleri geniş çaplı protestolara ve siyasi gösterilere dönüşmekten uzak ki bu tür gösterilere katılım birkaç yüz kişi ile sınırlı. Tunuslularla karşılaştırıldığında, Mısırlıların okur-yazarlık oranları ve eğitim seviyeleri daha düşük ve internet kullanımları da daha az. Çoğunluk geçim derdiyle mücadele ediyor.
BBC’den Jon Leyne Kahire’den, çoğu Mısırlının ülkelerini veya hayatlarını değiştirecek yol olarak siyasi tavır almayı, oy kullanmayı, aktivizmi veya gösteri için sokaklara çıkmayı görmediklerini bildiriyor. Fakat BBC muhabirleri, Pazartesi günü, başkent Kahire’de gerçekleşen intihar girişimi haberlerinin Mısır yönetimi için tehlike çanlarının çaldığı anlamına geldiğini söylüyorlar. Başkan Bin Ali’nin devrilmesiyle sonuçlanan karışıklığın, Aralık ayının ortasında genç Tunuslu Muhammed Bouazizi’nin kendini yakarak öldürmesiyle alevlendiğini unutmayalım.
CEZAYİR
Nüfus: 35,4 milyon
İşsizlik Oranı: % 10,2
Yüzölçümü: 2,4 milyon km2
GSMH: $ 4.420
Tunus’tan farklı olarak, Cezayir son senelerde bu tür karışıklıklara hiç yabancı değil. Tunus’ta kış protestoları yükseldiği sırada, batıdaki komşusu Cezayir’de de gençler büyük gruplar halinde sokaktaydılar. Maalesef, Cezayir’de de intihar haberleri konuşuluyordu.
Fakat Cezayir’de gıda fiyatları da sorun olduğundan, karışıklık belirli bölgelerle sınırlı kalıyor ve birkaç gösterici dışında kimsenin ulusal politika düzeyinde bir talebi olmuyor. Cezayir, petrol ve doğalgaz ihracatı sayesinde zenginleştiğinden, protestocuları fiyat artışlarını sınırlayarak susturabiliyor.
Ayrıca, Cezayir basın ve çok partili seçimler üzerindeki kısıtlamaları gevşeten kendi “Halkın Gücü Devrimi”ni 1988’te yaptı. BBC’den Chloe Arnold’un başkent Cezayir’den aktardığına göre, bu devrim güvenlik güçleri ile İslamcı isyankârlar arasında kanlı çatışmalara sebep oldu ve bu deneyimden sonra Cezayirlilerin “devrim” istekleri azaldı. 
LİBYA
Nüfus: 6,5 milyon
İşsizlik Oranı: % 13 (2005)
Yüzölçümü: 1,77 milyon km2
GSMH: $ 12.020

“Tunus’un yönetimi için Zeynel’den iyisi olamaz. Tunus şu anda korku içinde yaşıyor.”
Libya lideri Muammer Kaddafi’nin Cumartesi günü Başkan Bin Ali’nin devrilmesi üzerine yaptığı bu keskin çıkış, olası bir domino etkisi hususunda kendi endişelerini yansıtıyormuş gibi görünüyor. İktidardaki 41 yılın ardından, Albay Kaddafi, Afrika ve Orta Doğu’da en uzun süre yönetimi elinde bulunduran ve en otoriter lideri. Her türlü gösteri kesinlikle yasaklansa da hafta sonu boyunca al-Bayda kentinden karışıklık haberleri geldi. Ama Libya’nın görece az nüfusu ve zengin petrol kaynakları ile Tunus’un etki alanına girmesi zor.
ÜRDÜN
Nüfus: 6,5 milyon
İşsizlik Oranı: % 12,2 (resmi), % 30 (gayriresmi)
Yüzölçümü: 89.300 km2
GSMH: $ 3,740
Cumartesi günü, yani “öfkenin günü”nde, tüm Ürdün’de yükselen gıda fiyatları ve işsizliği protesto etmek amaçlı binlerce insan gösteriler düzenledi. Bazı gösterilerde Başbakan Samir Rifai’nin istifası istendi. Geçen hafta, hükümet belli gıdaların ve benzinin fiyatında indirim yapmasına rağmen protestocular enflasyondan kaynaklanan yoksullukla mücadele için fazlasına ihtiyaçları olduğunu haykırdılar. 
Kraliyet ailesi tarafından Ürdün’de, toplumun bazı kesimleri krallığa sadakatle bağlı olsa da, Kral Abdullah da protestocuların öfkesine hedef olmaktan kurtulamadı. Yine de çoğu gösteri olaysız bitti ve hiçbir tutuklanma yaşanmadı.
FAS
Nüfus: 32,3 milyon
İşsizlik Oranı: % 10
Yüzölçümü: 715.850 km2
GSMH: $ 2.790
Tunus gibi Fas da ekonomik problemlerle ve yönetime karşı yapılan yolsuzluk suçlamalarıyla karşı karşıya. Zaten Fas’ın itibarı, Wikileaks’in özellikle kraliyet ailesinin ticari işleri hakkında yolsuzluk ve Kral VI. Muhammed’e yakın çevrelere yapılan “dehşet verici açgözlülük” suçlamalarıyla sarsılmıştı. Wikileaks tarafından yayınlanan, Tunus’taki ABD Büyükelçiliği’ne ait belgeler de Başkan Bin Ali’nin yakın çevresi hakkında benzer bir sorunu işaret etmişti. 
Fakat Fas da Mısır ve Cezayir gibi ifade özgürlüğüne getirdiği sınırlamalarla protesto gösterilerinin önüne geçiyor. Ürdün’deki gibi toplumun geniş kesimi tarafından krallığa büyük destek olması olası bir domino etkisi şansını azaltıyor.
16 Ocak 2001 tarihli yazının İngilizce aslı için: http://www.bbc.co.uk/news/world-africa-12204971

Sürgündeki Demokrasi Arayışı: Raşid Gannuşi Röportajı

Bu röportaj, Tunus’un Nahda partisinin Londra’da sürgün hayatı yaşayan lideri Raşid Gannuşi ile Pazar akşamı; yani Tunus’taki yeni birlik hükümeti kurulmadan hemen önce The Financial Times tarafından yapılmıştır.

Zeynel Abidin Bin Ali’nin devrilmesinden sonra Tunus’ta yeni bir hükümet kurulmak üzere ve bu hükümet Tunus’ta faaliyette olan tüm partileri içinde barındıracak ama siz orada değilsiniz. Nahda, faaliyete geçebilmenin yolunu nasıl bulacak?

Yarın açıklanacak hükümet 7 Kasım döneminin (Bin Ali’nin darbeyle Habib Burgiba’yı devirdiği ve onu cumhurbaşkanlığından aldığı gün) devamı niteliğindedir ve o dönemden bir kopuş değil. Fakat devrim, o dönemden bir kopuş istiyor. Çünkü devrim, bir diktatöre ve o döneme karşı yapıldı. Fakat gördüğümüz yüzler, eski rejimin, tanınmış muhaliflerle makyajlanmış eski yüzleri.

Şu andaki durumu nasıl tanımlarsınız? Bin Ali döneminin sonunun başlangıcı olarak mı? Belki de siz devrimin daha tamamlanmadığını düşünüyorsunuz?

Bu hükümet içerisinde birbiriyle çelişen yapılar var. Belki Necib Çebbi (muhalif İlerici Demokratik Parti lideri) gibi bu sürece dâhil olanlardan bazıları, bunun, diktatörlükten demokrasiye geçiş yolu olduğuna inanıyorlar. Diğerleri yani iktidardaki parti ve ona tâbi olan muhalefet ise demokrasiyi diktatoryal bir sistemin yanıltıcı yüzü olarak görüyorlar ve aslında devrimi kontrol altında tutmaya çalışıyorlar.

Bin Ali döneminin bitişi, Tunuslular için çok yeni. Yerine koyabilecek bir şey yokken, sistemden keskin bir kopuşu nasıl sağlayabilirsiniz? Böyle bir geçiş sürecine ihtiyacınız yok mu?

Demokratik sisteme geçişi, mevcut anayasa üzerinden inşa etmek, diktatörlükten demokrasi yaratmaya çalışmak gibi beyhude bir çabadır. Çünkü sadece Allah ölüyü diriltebilir. Bu çürümüş diktatörlük sisteminden demokratik bir sistem elde edemeyiz. Geçişi, anayasanın 56 ve 57. maddeleriyle meşrulaştırmak, eski sisteme devam etmek anlamına gelir. Bu anayasa, bir tiranlık doğurdu. Devlet, yürütme, yasama ve yargı güçlerini kendi elinde toplayan ve kimseye hesap vermeyen tek adama indirgendi. Böyle bir anayasa nasıl demokratik bir sisteme giden yolun bir basamağı olabilir, hem de ilk basamağı?

Demokratik bir sistem inşa etmenin ilk adımı, demokratik bir anayasa yapmaktır. Bunun için, devleti yeniden şekillendirecek, siyasi partilerin, sendikaların ve sivil toplum kuruluşlarının katılacağı bir kurucu meclise ihtiyacımız var. Bu meclis, demokratik bir anayasa yapacak ve demokratik sistem bu temel üzerinden yükselecek.

Fakat bu mecliste kimlerin yer alacağına kim karar verecek? Sizin de bildiğiniz gibi, Bin Ali her şeyi kontrol ediyordu ama şimdi gitti. Tunus’taki siyasi partiler çok zayıf durumda, keza sendikalar. Bu insanları kim bir araya getirecek?

Devrimi kim yaptı? Devrimi halk yaptı. Bu devrim, öfkeli ve kontrolden çıkmış bir kalabalık tarafından yapılmadı. Devrimin temelinde 250.000 üniversite mezunu var. Onlar öfkeli ve eğitimsiz insanlar değiller. Devrimin temelinde onların interneti ve diğer medya gereçlerini yaratıcı ve etkin kullanmaları var. Bu sendikalar için de geçerli, liderlerinin eski rejimin uşakları olduğu doğrudur ama bölgesel sendika yönetimleri protestoların merkezindeydi ve devrimi onlar yönlendirdiler.

Avukatlar da en büyük protesto yürüyüşlerinin önemli unsurlarındandı ve bunlar, daha sonradan, sonuna kadar gidebilmek için muhalefet saflarına geçmiş önemli odaklar. Hâlâ önemli sivil toplum kuruluşları, avukat örgütleri, sendikalar, siyasi partiler, işsiz üniversite mezunlarını temsil eden örgütler mevcut orada. Kurucu meclisi destekleyecek olanlar da onlar. Bizim gördüğümüz, şu andaki geçiş sürecinde, bu insanlar yoklar ve temsil edilmiyorlar.

Muhalefetteki diğer liderlerle iletişimde misiniz? Onlarla hiç görüştünüz mü?

Biz, 2005‘te partiler ile sivil toplum kuruluşlarını bir araya getiren 18 Ekim hareketini kurduk. Bizimle birlikte İlerici Demokratik Parti’den Necib Çebbi, Tunus Komünist İşçi Partisi, Cumhuriyet Kongresi ve diğer insan hakları örgütleri bu harekete destek veriyorlar. 2005’te bu hareket sadece basit bir talep için kuruldu: herkes için ifade ve örgütlenme özgürlüğü ve tüm partilerin haklarının tanınması.

Daha sonra, bu işbirliğini daha ileri götürdüğümüz zaman, ortak entelektüel birikimimizi detaylandırmak için, hareketin tüm üyelerinin üzerinde anlaştığı ve katıldığı birkaç bildiri yayınladık. İlki, felsefi çoğulluk hakkındaydı. Çoğulluğun ve parti kurma hakkının önünde şiddeti benimsemeleri dışında hiçbir engel olamaz.

İkinci bildirinin konusu, kadın haklarıydı. Çünkü yönetim sürekli olarak, İslamcıların kadınlardan haklarını geri alacakları yönünde insanları korkutuyordu. Bu yüzden, İslamcılarla birlikte çalıştıkları için itham edilen yoldaşlarımızı rahatlatmalıydık. Bireysel statüler kanununu tanıdığımızı, kabul ettiğimizi ve iptal etmeyeceğimizi deklare ettik. Aslında, bunları 17 Temmuz 1988’den beri söylüyoruz.

Bir diğer bildirimiz vicdan özgürlüğü hakkındaydı ve İslamcılara yönelik din değiştirmenin cezalandırılacağı ve insanların inançları yüzünden öldürüleceği suçlamalarını ele aldık. Bu bildiri, Tunusluların istedikleri şeye inanma özgürlükleri olduğunu, istedikleri inançtan çıkma ve istediklerine girme hakları olduğunu ve inancın kişisel bir konu olduğunu savunuyordu. Bu bildiriler temelinde, bu işbirliği, artık kısa dönemli siyasi bir koalisyondan toplumsal sosyal bir projeye dönüştü.

Kadınların eşit olduğu, insanların istedikleri partiyi kurabildikleri ve istedikleri partiye katılabildikleri ve herkesin inanç özgürlüğüne sahip olduğu bir Tunus için çalışıyoruz.

Geçtiğimiz iki gün içerisinde bazı liderlerle görüştünüz mü? Bir işbirliği söz konusu mu?

Evet, koalisyonun üyeleri ile iletişim halindeyiz… Fakat ülkedeki en son gelişmelerle birlikte, var olan durumu değerlendirirken aramızda görüş ayrılıkları doğdu. Özellikle, Bin Ali’nin devrilmesinden iki gün önce, Necib Çebbi’nin, geçiş hükümetinin de başında yer alacak olan eski başbakan Muhammed Gannuşi’yle görüşmesi… Çünkü bu, Bin Ali’nin iktidarda kalmak için son kozuydu: ulusal birlik hükümeti kurma çağrısı. Yani, kurulacak olan ulusal birlik hükümeti de Bin Ali tarafından planlandı. Çebbi, bu oyuna düştü ve başbakanla görüştü ama diğer yoldaşlarımız görüşmeyi reddetti.

Bugün Nahda, Tunus’un ne kadarını temsil ediyor? Uzun süredir Londra’dasınız… İnsanların hâlâ Nahda’ya bağlı olduklarını düşünüyor musunuz?

Bunu sadece seçimlerle görebiliriz. Batı’da partilerin popülerliği seçimlerle ölçülüyor. %99 oranında oy alırım diyen birisi, % 10, 20 veya 30 oranında oy alabiliyor. Ancak Tunus’ta partilerin seçim yasakları kaldırıldığında, partilerin halkın nezdinde başarılı veya başarısız olduklarını değerlendirebiliriz.

Size biz çok popüleriz diyebilirim ama siz buna inanacak mısınız? Şu anda, Tunus’ta Nahda Hareketi’ni hiç tanıma fırsatı olmamış yeni nesiller var ve biz de onları tanımıyoruz. Onlara yönelme veya onları etkileme fırsatını vermediler bize.

Umuyoruz ki çoğunluk bizi hâlâ hatırlıyordur. Ama Nahda’nın üzerindeki baskı çok ağırdı. Tunus’ta bir tane aile yoktur ki üyelerinden biri, Nahda’yla ilişkisi sebebiyle hapsedilmemiş, işini kaybetmemiş veya sürgün edilmemiş olsun.

Daha son gösterilerde, üyelerimizden biri daha öldürüldü. Önce kaçırıldı sonra öldürüldü. 30.000 üyemiz ve sempatizanımız, 90’ların başında hapse atıldı. Adeta bize karşı sefer düzenlediler. Yüzün üzerinde insan, Nahda bahane edilerek işkenceye maruz kaldı veya işkenceyle öldürüldü. Bunlar olurken, Bin Ali’ye Avrupa’dan çok büyük destek geldi ve Tunus, AB’nin ticari ortağı olan ilk Güney Akdeniz ülkesi oldu (İşbirliği Anlaşması’ndan bahsetmekte).

Uluslararası Af Örgütü ve diğer insan hakları kuruluşlarının belgelediği işkenceler sürerken ve baskılar tepeye tırmanırken; Avrupa, Bin Ali’yi müthiş başarılarından ve yarattığı ekonomik mucizeden ötürü ayakta alkışlıyordu. Avrupa üniversiteleri, Bin Ali’ye insan hakları ödülleri ve fahri doktoralar verirken; o, Tunusluları boğazlıyordu.

Tunus’u terk ettiğimde, çoğu Avrupa ülkesine girişim engellendi. Fransa, Almanya, İtalya ve İspanya’ya giriş vizelerim vardı. Bin Ali’nin yumruğu Nahda’nın üzerine inmeye başladığında, Büyük Britanya hariç hepsi iptal edildi. Diğer tüm Avrupa ülkeleri, topraklarına girmemi engellerken, bana iltica hakkı veren bu ülkeye şükran borçluyum. Topraklarındaki Nahda üyelerini sınır dışı eden veya Tunus’a iade eden tüm Arap ülkelerinden bahsetmeyeyim bile…

Önceden bahsettiğiniz bir konuya dönelim. 18 Ekim hareketinde bile, İslamcı olarak hareketin meşru bir üyesi olduğunuzun kabullenilmesi için, öncelikli bazı konularda tavrınızı net ortaya koyduğunuzu göstermek zorunda kaldığınız bir gerçek. Birlik hükümetinin bir İslamcı ortağının olmasının Tunus’un, özellikle AB ile olan dış ilişkilerine zarar verebileceği hakkında kaygı duyuyor musunuz?

Ben, AB’yi, Nahda’yı sindirmesi konusunda Bin Ali’ye baskı yapmadığı için suçlamıyorum. Bin Ali, Nahda’yı dindar veya İslamcı olduğu için değil, sistemine karşı güçlü bir muhalefeti temsil ettiği için baskıladı.

Habib Burgiba (ülkenin bağımsızlıktan sonraki ilk başkanı, 1987’de Bin Ali’nin darbesiyle devrildi) ve Bin Ali yönetimleri zamanında, ilk olarak hapislere doldurulanlar Nahda üyeleri değillerdi. 50’lerde, hapishaneler Yusufçularla (Burgiba’nın Yeni Düstur Hareketi’nden kopan hareketin ikinci adamı Salah Ben Yusuf’a bağlı siyasi aktivistler), 60’larda solcularla, 70’lerde sendikacılarla doluydu. 80’lerde ise güvenilirliği olan her muhalif hareketi ezen bu rejimde, bizim hapishanedeki yerlerimizi alma sıramız gelmişti.

Bu yüzden, Bin Ali’nin baskısından Avrupa Birliği’ni sorumlu tutmuyoruz. Bin Ali, kendisine muhalif olan herkesi ezdi. Fakat Avrupa, bırakın karşı çıkmayı, bu baskıyı eleştirmedi bile. AB-Tunus ticaret anlaşmasının, ekonomik boyutunun yanı sıra, hükümetin insan haklarını ve demokrasiyi koruması gerektiğini öngören insan hakları ve politik şartları da varken; AB, Bin Ali’yi sadece ticari ortak olarak kabul etmekle yetindi.

Bu insan hakları boyutu bir kenara kondu ve Bin Ali, Tunuslulara gaddarca saldırırken, seçimlerde hile yaparken, % 99 oyla seçilirken, Avrupa suskun kaldı. Neden? Çünkü Bin Ali, kendini Avrupa’ya şöyle tanıttı: Biz bir savaş veriyoruz, biz köktenciliğe karşı savaşıyoruz, ortak bir düşmanımız var ve biz de sizin terörle savaşınızda sizin müttefikiniz olarak yer alıyoruz.

Aslında terörün büyük kaynağı Bin Ali’ydi. Nahda’nın Tunus’ta faaliyette bulunabildiği sırada, Tunus’ta el-Kaide veya diğer şiddet grupları yoktu. Oysa şimdi, yüzlerce Tunuslu genç, Irak’ta, Somali’de ve Afganistan’da savaşıyor. Çünkü ılımlı İslam hareketiyle tanışma şansları olmadı ve el-Kaide ideolojisinin etki alanına girdiler.

Bin Ali, kendini Avrupa’ya, teröre engel olacağım diye pazarlayarak destek istedi. Hâlbuki Avrupa’nın maruz kaldığı terörizmin en büyük kaynağı kendisiydi.

Gerçekten geri dönecek misiniz? Döneceğinizi söylüyorsunuz, peki ne zaman geri dönebilmeyi bekliyorsunuz?

Geri dönmeye karar verdim çünkü Tunus’u terk etme nedenim artık ortadan kalktı. Ömür boyu hapis cezasına çarptırıldım (bir tanesi yetmemiş üç tane müebbet hapis cezası almış) ve ömrümün geri kalanını hapiste geçirmek istemedim. Özgürlük hakkımı savunmak zorundaydım.

Şimdi Bin Ali gitti, benim için doğal durum, ülkemde olmak, sürece dâhil olmak. Ama diktatör gitmesine rağmen diktatörlük hâlâ yerinde. Diğerleriyle birlikte ben de diktatörlüğü parçalamak için katkı sunmak ve Tunus’un diktatörlükten demokrasiye geçişine yardımcı olmak arzusundayım. Bu çabalara destek olmak için, bu geçiş sürecine rağmen, Tunus’a dönmeliyim.

Geri dönerek yeniden organize olacağız ve yeni nesilleri, ılımlı ve demokratik düşüncelerimiz uyarınca eğiteceğiz.

Bizim fikirlerimiz, şu anda Türkiye’de iktidarda olan AKP’nin fikirlerine benziyor. Aslında benim kitaplarımın neredeyse hepsi Türkçeye çevrildi ve geniş bir kitle tarafından okundu.

Fakat kendim için bakanlık veya başkanlık gibi siyasi emellerim yok. Bazıları beni Tunus’un Humeyni’si olarak sunuyor ama ben Humeyni değilim.

Benim evim Tunus’ta. Ömrümün kalanını kardeşlerime ayırdım. Nahda’nın üyeleri, benim geri dönme isteğimden ve arzumdan haberdarlar ve bunun için ayarlamalar yapmak, onlara kalmış. Yani aslında “gel” dedikleri gün, geri döneceğim.

Yaşım siyasi hedefler için geçti. 70’e merdiven dayadım ve Nahda’nın içinde politik aktivizme daha elverişli ve daha çok yakışan gençler var. Müslüman dünyanın koşullarından dolayı, İslami fikriyatın gelişmesi yönünde katkı sunmaya ve ilişkilerimi kullanmaya niyetliyim. Umut ediyorum ki kalan ömrümü bu amaçlar için vakfedebilirim.

Tunus, Müslüman dünyanın bir parçası ve benim ilgi alanımın içinde ve ödevlerimin arasında olacak.

Nahda’nın bazı açılardan, Türkiye’deki yenilikçi AKP’ye benzediğini söylediniz. Eğer Nahda’yı, bölgedeki diğer İslamcı hareketler ve partilerle değerlendirirseniz, İhvan Hareketi’ne (Müslüman Kardeşler) ne kadar yakınsınız?

(Birleşik Krallık’a ilk geldiğimde) Manchester Üniversitesi’nde bir ders verdim. Orada demokrasinin komünist partileri dışlamaması gerektiğini anlattım. O sırada, komünizmi ateizm olarak kabul eden İslamcılar, bunu şiddetle reddettiler. Ben de, seküler yönetime “bizi kabul et” derken, iktidara geldiğimiz de, komünistleri yok edecek olmanın etik olmadığını söyledim. Biz insanları oldukları gibi kabullenmeliyiz. Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi, kişi kendisi için istediğini, kardeşi için de istemelidir. Kant da der ki, insanlara karşı tavırlarınızda, kendi davranışlarınızı esas almalısınız.

O sıralarda, bu, İngiltere’de sürgünde olan İslamcı Araplara çok yabancıydı ve ben seküler olarak ve seküler bir hareketin parçası olarak nitelendirildim. Çünkü kimseyi dışlamayan bir demokrasi çağrısı yapıyordum.
Aslında, 5 Haziran 1981’de kurulduğumuzda, gazeteciler bana “Eğer Tunuslular komünistleri seçerse, bunu kabul eder misiniz?” diye sordular.

Ben de, eğer Tunuslular komünistleri seçerse, bu kararlarına saygı duyacağımı ama bunun yanlış bir tercih olduğu konusunda bir dahaki seçime kadar onları ikna etmek için çabalayacağımı ve bir dahaki seçimde ikna edip edemediğimizi göreceğimi söylemiştim.

1981’den bugüne, İslam dünyasında birçok değişiklik oldu, demokratik düşünce yayıldı ve İslamcılar diktatörlüklerin tehlikeleri ile demokrasinin getirilerinin farkına vardılar. Taliban yönetimindeki Afganistan ve İslamcı Sudan örneklerinde olduğu gibi, demokratik olmayan İslami rejimlerin zararlarını da gördüler.

Bu fikirlerin artık ana akım İslami hareketler tarafından kabullenildiğine inanıyorum. Örneğin, en büyük İslami hareket olan İhvan, demokratik ilkeleri kabul etti ve çoğulluk ile kadınların siyasete katılımı üzerine birçok bildiri yayınladı. Mısır’daki Müslüman Kardeşler, son politik programlarında, bazı noktalarda rezervlerini korusalar da, bu fikirleri kabullendiler. Fakat örneğin, bir kadının devlet başkanlığına veya bir gayrimüslimin, örneğin bir Kıpti’nin devlet başkanlığına karşı çıkarlar. Bu bakış açısını, televizyonda açıkça eleştirdim ve ayrıca El Cezire için bu konu hakkında bir makale de yazdım. O makalede dedim ki, devletin işleyiş temelini, vatandaşlık ilkesi üzerine kurmalıyız. Bu yüzden, kadınlar ve Kıptiler de vatandaş olduklarına göre istedikleri makama gelebilme hakları vardır.

Ayrıca, gerçekten eklemeliyim ki Müslüman Kardeşler tarafından ortaya konan bu proje daha tartışılıyor, yani son aşamasında değil. İçeriden bir muhalefetle karşılaştıklarında, bunun hata olduğunu anlayacaklar. Özellikle Mısır’daki son olaylardan sonra, İbrahim Münir (Müslüman Kardeşler’in Uluslararası Organizasyonu’nun Genel Sekreteri) gibi birçoğu, Kıptilerin devlet başkanlığına artık karşı çıkmadıklarını ve bir önceki pozisyonlarını değiştirdiklerini ifade ettiler. Ulusal birliği de zedeleyen bu tutumda bir miktar gelişim sağlandı. Nahda, 1980’lerde demokrasiyi bir yudumda içti, diğer İslamcılarsa hâlâ yudumluyorlar.

Tunuslular kendilerini, Bin Ali’nin rejimini sürdürmesine izin veren Avrupalı komşuları tarafından ihanete uğramış hissediyorlar mı? Tunus’un ekonomik ve politik olarak AB’ye fazlasıyla bağımlı olduğunu düşünüyor musunuz? Eğer öyleyse, Tunus, Türkiye’nin yaptığı gibi, Şark’la olan ilişkilerini dengelemeli mi?

Avrupa’nın çıkarları peşinde koşma hakkı vardır, buna bir itirazımız yok. Onlara çıkarlarının nerede olduğunu öğretmeyiz, zaten onlar çıkarlarının nerede yattığını bilirler. AB ülkeleri, Bin Ali’yi kendi çıkarları için desteklediler fakat fark ettiler ki bu ilkeler ve etik değerler pahasına ortaya konan basiretsiz bir tavırmış.

Biz inanıyoruz ki etik değerlere saygı duyarak da çıkar peşinde koşulabilir. Etik değerler ile çıkarlar arasında bir çelişki yoktur.

Diktatörler, güçlü oldukları sürece destekleneceklerinin ve düştüklerinde terk edileceklerinin farkına varmalılar. Gördüğümüz üzere, Fransa, Bin Ali’yi destekliyordu fakat devrildiğinde ona karşı olan birliğe dâhil oldu. Bin Ali’nin uçağının Paris’e inmesine izin vermediler.

Fakat olayların başlangıcından beri, Fransa ve İngiltere olumlu tutum takındılar. Tunusluların demokrasi ve özgürlük haklarını tanıdılar. ABD dâhil diğer ülkeler de bunu açıkladılar.

Arap dünyası ise, bu dalganın yayılmasından endişe ederek, memnuniyetsizliğini ve kaygısını ifade etti. Her ülkenin kendi şartları var diyerek onları rahatlatmaya çalışsak da, hâlâ korkuyor görünüyorlar. Onları teskin edememiş görünüyoruz.
Diktatörler Batı tarafından destekleniyor fakat bir kere insanların güvenini kaybederlerse, Batı onları terk edecek. Fakat diktatörler aptal ve bu gerçeğin çok geç farkında varıyorlar çünkü tarih okumuyorlar, yakın tarihi bile. İran Şahı, ülkeden kovulduktan sonra, adeta devr-i âlem yaptı (1979’da Tahran’dan kaçtıktan sonra yardım için aranırken) ama kimse onu kabul etmedi.

Avrupa’yla ilişkiler hakkındaysa, Bin Ali’nin gidişi, Avrupa Birliği ile ilişkilerin sonunu getirmedi. Böyle ilişkiler, yönetimde olan hükümetlere göre değil, konuma göre belirlenir.

Bin Ali’den önce de sonra da AB ile Kuzey Afrika’nın güçlü ilişkileri vardı. Onlar, bizim yakın komşularımızdır ve her zaman Kuzey ve Güney Akdeniz arasında güçlü ticari ve kültürel ilişkiler olagelmiştir. Roma, Kartaca ve İslamiyet dönemlerinde, Avrupa’yla ilişkiler, belirli bir kişi sayesinde kurulmadı.  Açık bir gecede, Tunus kıyısından Avrupa’nın ışıkları görünür.   

Tunus’taki milliyetçi güçlerin talebi, Avrupa’yla ilişkilere son vermek değil ama denge sağlamak. İlişkiler karşılıklı denge ve eşitlik üzerine inşa edilmeli ve ilişkiler, insanların zenginliklerine, özgürlüklerine ve onurlarına mal olmamalı.

Önceden aksini söylememe rağmen, Nahda, birkaç yüz üyesini, siyasi mülteci olarak kabul eden Fransa, İtalya, İsviçre, Belçika, Hollanda ve İngiltere gibi Avrupa ülkelerine minnettardır. Bunu, Bin Ali’nin aşırıcılık suçlamalarına ve büyük baskılarına rağmen yaptılar. Fakat hiçbir Avrupa ülkesi bu iddialara kulak asmadı ve bu, bizim takdir ettiğimiz etik bir tavır.

1.000’in üzerinde Nahda üyesi, sadece mülteci değil, artık Avrupa vatandaşı ve hayatın tüm alanlarına katkıda bulunabiliyorlar. Çoğu iş adamı ve iş kadını, daha geniş İslami topluluklara katıldı. Aşırı fikirlerin ılımlı hale getirme ve bu fikirlere karşı çalışma hedeflerini güdüyorlar. Bu yüzden, Avrupa’nın sırtında bir yük değiliz. Avrupa’daki yaşama, olumlu bir güç olarak katkı sunuyoruz ve sığınma paktına sadık kalıyoruz.

18 Ocak 2011 tarihli yazının İngilizce aslı için:   

İyi Seküler, Kötü Müslüman: Tunus Devrimi’nin Peçesini Açmak

Haroon Moghul*

Tunus’un bundan sonra nereye yol alacağını söylemek zor ama yüzümdeki gülümsemeyi de gizleyemiyorum. Tunuslular aşırı baskıcı, yozlaşmış ve taşlaşmış rejime karşı ayağa kalktılar ve bir diktatörü devirdiler (izlemesi tatmin edici derecede acınası bir düşüş).

Kimse Tunus’tan–“modern”, “seküler” ve birçok Arap ülkesine göre daha çok “Batılılaşmış”; 2008 Basın Özgürlüğü Endeksi’nde 178 ülke arasında 164. olacak kadar- tiksindirici yönetimlerini devirmesini beklemiyordu. Kültürel olarak, Tunus hep doğru yöne gidiyor gibi görünüyordu, o zaman neden siyaseten çöktü? Ve biz neden bunu beklemiyorduk? Cevap şu düşünce kalıbında: Eğer Arap/Müslüman kültürel olarak Batılı ise doğal olarak demokrasi yanlısıdır; eğer kültürel olarak zıddı ise otoriterliğe bulaşmıştır.

Bunu bana New York Times gazetesinin Tunus’un “sekülerliği” – muallâk anlamı dolayısıyla soğuk baktığım bir terim- hakkında derin kaygılarını belirterek ele aldığı Tunus Devrimi haberi söyletiyor. Yönetimi dine tarafsız bakan bir Müslüman toplum seküler olabilir (bu açıdan, Amerika sekülerdir) veya dinin kendisinin çoğunlukla göz ardı edildiği bir toplum (bu açıdansa Amerika seküler değildir)… İlk tanım mı, ikincisi mi veya her ikisi mi doğru New York Times gazetesi gerçekten hiçbir zaman karar veremedi.

Siyasi düzenle ilgili kişisel inancın bu karışıklığını hala geride bırakmış gibi durmuyoruz. Bu, özellikle İslam’ın bu kadar görünür bir din olmasından ve dindarlık tahayyülümüzün görünür olanın gönüllü (ve zorlama olmadan) olamayacağını varsaymasından kaynaklanıyor. Hâlbuki ne beniâdem bu kadar basitçe inandırılır, ne de din, milleti “bunu dini nedenlerle yapıyorlar” karşılığında “bunu dinden uzak nedenlerle yapıyorlar” diye sınıflandırabileceğimiz kadar tek yönlüdür. O zaman, dini nedenleri nasıl belirliyoruz? Bu paragrafı ele alalım:

Protestoların başladığı ayda ilk defa, Cuma günkü gösteride çoğu peçesiz çok sayıda kadın da yer aldı ve birçoğu internet üzerinden paylaşmak için cep telefonları ile kalabalığın fotoğraflarını çektiler.

Eğer gösterideki kadınlar değil de peçe giyen bir topluluk demokrasi çağrısında bulunsaydı, protestoları değer mi kaybedecekti? Eğer bu sorunun cevabı evetse, ben de herhalde şöyle bir değerlendirme yapabilirim: Yönetimleri bu toplumu baskıladıysa, bu sakallı vahşileri ve başörtülü sürüleri kontrol altında tutmak için doğru bir yöntemdir. “Herhalde” diyorum çünkü gerçekte yaptığımız değerlendirme şu: Terörle mücadelede Tunus, Amerika’nın, İslamcı öcüleri kullanarak halkına hak talepleri konusunda göz açtırmayan liderini defalarca aşağılayabileceği kadar, Amerika’ya yakın bir müttefiktir.

Çoğunlukla, İslam dünyasındaki seküler rejimler demokratik değildir. Onların sekülerlik anlayışları başlı başına bir dayatmadır ve genelde aşırıdır. Bu noktada Türkiye yol gösterici bir örnektir (önemsiz bilgi: Asırlar boyu Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olduğundan, Tunus bayrağı, Türkiye bayrağının itinayla hazırlanmış bir benzeridir). Türkiye’de, çoğu üyesinin bireysel olarak dindar olduğu gözde ve demokratik yollardan seçilmiş bir parti, seçilmemiş seküler elitin ayrıcalıklı devletçi pozisyonunu yıkmak için referandumu kullanmak zorunda kaldı.

Eğer bu dinamiği anlamıyorsak, Müslüman siyaseti anlayamayız. Devrim amacı güden bir dini ajandadan bahsetmiyorum (öyle olsa bile, Bağımsızlık Beyannamesi’nde, biz Amerikalılar Kral’a karşı Tanrı’ya sığınıyoruz); demokrasi talep eden insanlardan bahsediyorum. “Sekülerizm”i o kadar çok kafaya takıyoruz ki bu, kişisel dindarlık ile politik alan arasında büyük dinamiği ve İslam dünyasında çok daha açıkça yükselen demokratik hareketleri gözden kaçırmamıza neden oluyor. Aynı zamanda, Tunus’un baskıcı rejiminin dini de baskıladığını gözden kaçırıyoruz.

Tunusluların haklı olarak bıktıkları yozlaşmış yönetime karşı inkâr edilemez, büyük ve yaygın bir öfke söz konusu. Tunus’un dini yaşamını sıkıca kontrol eden Diktatör Bin Ali, Sovyetler Birliği daha ayaktayken, 1987’de yönetimi ele aldı. Dini olarak aktif olan Tunuslular zulme maruz kaldı ve bazen de sınır dışı edildiler. Yani bu yönetim, evrensel anlamda bir parça bile Tunuslulara saygı göstermedi ve onları temsil etmedi. Tunus’un İslami muhaliflerinin Türkiye’deki AKP gibi demokrasiyle bir dertleri olmaması ise onları kurtaramadı (Hâlâ sürgündeler). Fakat hikâyenin bu parçası kayıp ve onun boş kalan yerinde şu zihniyet duruyor:

Tunus, komşusu olan çoğu Arap ülkesinden çok farklıdır. İslamcı şevk çok azdır, büyük bir orta sınıfa sahiptir ve Bin Ali ile selefi Habib Burgiba tarafından eğitime büyük yatırımlar yapılmıştır. Bölgedeki birçok ülkenin çok ötesinde, sadece kadınların başlarını örtmelerinin gerekli olmaması değil, bedava doğum kontrolünü de içeren geniş medeni haklar yelpazesinden faydalanmaları da sağlanmıştır.

Tekrarlamak gerekirse, Tunus’ta “İslami şevk” çok azdır çünkü Ramazan’da oruç tutmak kadar tehlikesiz olan İslami coşku kaynayan bir suya düşmek gibidir (Amerikan hükümetinin insanların Büyük Perhiz’e** girmelerini engellediğini tasavvur edin).Fakat bununla da bitmiyor. Ayrıca Tunus, komşusu olan diğer Arap ülkelerinden çok farklıdır çünkü Tunus’ta “kadınların başlarını örtmeleri gerekli değildir” diye anlatılıyor bize.

Kadınların başlarını örtmelerinin zorunlu olmadığı Arap ülkelerinin listesine bakarsak, karşımıza Moritanya, Fas, Cezayir, Libya, Mısır, Ürdün, Lübnan, Suriye, Irak, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Umman, Yemen ve Bahreyn çıkıyor. Nüfusu en fazla olan Mısır dâhil 15 ülke… Sudan’dan emin olmamakla birlikte, Suudi Arabistan’da kadınların giyimleri hakkında katı kısıtlamalar var. İki ülkeyi ise karşı tarafta saymak mümkün. (Tüm İslam dünyasında, sadece iki ülke kadınların örtünmesini yasalarla şart koşuyor: İran ve Afganistan.)

Bir gazetecinin neden böyle genel ve asılsız ifadeler kullandığının ve bunun bize Arapları seküler (bize benzer) ve dindar (bize benzemeyen) olarak nitelendirme ihtiyacı olarak geri dönüşünün bir açıklaması olmalı; çünkü bunun sonucu olarak yukarıda bahsettiğim kafa karıştırıcı düşünce kalıbı ortaya çıkıyor. Yani, birçok Arap devleti demokratik olmadığından, İslamcı olmalılar ve bu yüzden de tabi ki kadınlar başlarını örtmek zorunda olmalı. Bu varsayım, İslam’ın kamusal pratiklerinin anti-demokratik olan her şeyle özdeşleştirilmesine neden oluyor. Oysa bir diktatör tarafından sağlandığında bile sekülerizmi açıkça tercih edilebilir görmeye meyyaliz. Hâlbuki çoğu Arap’ın (Müslümanların) deneyimlerinde, sekülerizm hayatlarının, dinlerinin ve siyasetlerinin kontrol edilmesini mazur gösteren bir ideoloji…

Batı dünyasında, on yıllar boyu süren tartışmalar ve bölünmeler sonucunda politik sekülerizmi sağladık. Fakat yine de bu yapısal bir süreçti, şöyle ki sekülerizm “bizim” ve üzerinde tasarruf yetkimiz var diye hissediyoruz (veya en azından, çoğumuz böyle yapıyoruz – hâlbuki dini haklar bazen Müslümanların seküler elite karşı duydukları öfkeden farksız nedenler için aynı fikirde olmamayı isteme fırsatı olmalı).

Diğer taraftan, İslam dünyasında, sekülerlik “marka”sı kötü biçimde lekelenmiş durumda çünkü genelde yerel kültürleri değişmeye zorlayan sömürgeciyle veya yerli elitlerle ilişkilendiriliyor (Türkiye ve İran’ın seküler liderleri Atatürk ve Rıza Şah; kadınları, başlarını açmaya ve erkekleri ise giyimlerini değiştirmeye zorladılar; Türkiye’de giyimlerini değiştirmeyi reddedenlerden bazıları idam edildiler).

Birçok Arap ve Müslüman devlette, plaja gidebilir, içeceğinizi alabilir, namazları kaçırabilir ve saçınızı sallayarak dolaşabilirsiniz. Sadece verdiğiniz oyun işe yarayacağını bekleyemezsiniz. Bu gece, işlerin böyle yürüdüğü ülkelerden birisi daha eksildi. Ulaşılması zor ve otoriter iktidar devrilmiş görünüyor. Dindarlığın görünürlüğüne daha az kafanızı yorun, Arapları ve Müslümanları kabul edilebilir ve kabul edilemez olarak sınıflandırmaktan vazgeçin ve silahlardan ve tanklardan önce beniâdemin huşu içinde ne yaptığına biraz daha fazla zaman ayırın.

Özgürlük yürüyüşe geçti ve bir miktar nükteyle buraya not etmeliyim ki hem de ülkelerini işgal etmememize bile gerek kalmadan.

* Maydan Enstitüsü Yönetici Direktörü. Daha detaylı bilgi için: http://avari.typepad.com/about.html.
** Büyük Perhiz: Hristiyanların Paskalya öncesi hayvansal ürünleri yememek şartına bağlı olarak tuttukları 40 günlük oruç (ç.n.).

İsyan Umutsuzluk Politikalarına Karşı Yayılıyor

Hamid Dabashi*
Tezahürleri Afganistan’dan ve İran’dan Filistin’e ve en gösterişli haliyle Tunus’a kadar uzanan isyan rüzgârı, Arap ve Müslüman dünyada umutsuzluk politikalarına karşı sert bir biçimde esiyor.

Arap dünyasındaki ABD müttefiki bloğun lideri Tunuslu diktatör Zeynel Abidin Bin Ali’ye karşı yapılan protestolar, o ve şürekâsının dramatik kaçışıyla noktalanmadan önce, ABD’de görece ciddiye alınmamıştı. Hele ki Mahmud Ahmedinejad veya Ayetullah Ali Hamaney, İslam Cumhuriyeti’ni bir gece yarısı aniden komşu bir ülkeye kaçarak terk ettiğinde, Amerikan büyük basınının manşetlerini nasıl coşkulu bir sevinçle atacağı düşünülürse…

Fakat Fareed Zakaria’nın şu anki koşulları tarif ettiği deyimiyle “Amerika sonrası dünya”da, Amerikalıların çevrelerinde deprem etkisi yaratan olaylara önem verip vermemeleri artık pek fark etmiyor. Ama tiranlığa karşı başlayan isyanı, Tunus’un komşusu olan Arap ve Müslüman dünyanın yakından takip etmesi için çok daha fazla sebebi var.

Bin Ali’nin Tunus’tan kaçtığı an, İranlı blog yazarları ve Facebook meraklıları ülkenin ismini bir kelime oyunuyla slogan haline getirdiler (Farsçada “Tunus” argo tabirle “becerdiler” anlamına gelir). Tunuslular hızla tiranlığı devirirken, kendilerinin bunu neden başaramadıklarını tartışmaya başladılar.

Benzer çevresel koşullara sahip olsalar da, farklı ülkeler farklı seviyelerde sosyal hareket gücüne sahiptirler. İran’daki şaibeli başkanlık seçimine ve gaddarca baskı altına alınan kişisel özgürlüklere karşı düzenlenen toplu protestolar sırasında, Yeşil Hareket, İslam Cumhuriyeti’nin bile deneyimlemediği ölçüde yaygın ve derin bir tabana sahipti. Üç tabansal hareket olan emek, kadın ve öğrenci hareketleri şiddetli baskılamaya karşın mücadelelerine devam ediyorlar.

Eğer 2011 kışındaki Tunus isyanının ilhamı, 2009 yazındaki İran başkaldırısıysa, Tunus’taki demokratik isyanının başarısı İranlılar için 10 kat daha fazla ilham vericidir.

İslam Cumhuriyeti’nde muktedir olan teokrasi, askeri açıdan gergin ve ahlaken riskli bir taktikle, ABD ile işbirliğiyle alt edilebilir fakat bu Tunuslu öğrencilerin, iş örgütlerinin ve kadın hakları hareketlerinin İranlı yoldaşlarına verdikleri ilhamın önüne geçemez.

Ayrıca eğer İslam Cumhuriyeti halledilmesi gerekenleri sert ekonomik yaptırımlar ve nükleer projeleri geciktiren bilgisayar virüsleri olarak görüyorsa, Tunusluların başkaldırısı uyandırma zili olmalıdır. Çünkü gerçek problem, Tunus’u huşu ve hayranlık içinde izleyen halkın demokratik talepleridir.
Değişime duyulan bu açlığın sesleri, bölgeyi adeta yutan umutsuzluk politikalarının hüküm sürdüğü birçok ülkeden yükseliyor.

Son günlerde, Filistin’de bir grup öğrenci Hamas’ın hoşgörüsüz politikalarına, İsrail’in yıkıcı işgaline ve El-Fetih ile Birleşmiş Milletler arasında oynanan politik oyunlara karşı öfkelerini ortaya koyan bir açıklama yaptılar. “Burada, Gazze’de” diye başlayan açıklama, “biz hapsedilmekten, gözaltına alınmaktan, dövülmekten, işkence edilmekten, bombalanmaktan ve öldürülmekten korkuyoruz. Yaşamaktan korkuyoruz çünkü attığımız her adımı iyice düşünüp karar vermek zorundayız. Her yerde yasaklar var. Burada istediğimiz gibi hareket edemiyor, konuşamıyor, davranamıyor hatta düşünemiyoruz çünkü işgal esas beyinlerimizi ve yüreklerimizi ele geçirdi. Bu çok acı veriyor. Bizi hüsran ve öfkeyle sonsuza kadar ağlamaya mecbur ediyor” diye sonlanıyor.

Savaştan bitap düşmüş Afganistan’da bile, insanların özgür olma isteklerini ifade etmeleri engellenmiyor. Afganistan’daki İran Büyükelçiliği önünde yakın tarihte yapılan bir gösteriden sonra, İslam Cumhuriyeti, olaydan sorumlu olanların yakalanmalarını ve cezalandırılmalarını Afgan hükümetinden talep etti. Gösteri, petrol tankerlerinin İran-Afganistan sınırını geçmesine izin vermeyen İslam Cumhuriyeti’ni ve İran’daki Afgan mültecilere karşı uygulanan kötü muameleleri kınamak amaçlıydı. Afgan yetkililer ise İranlı meslektaşlarının talebine “Kabil, Tahran değildir” diyerek cevap verdi: “İnsanlar diledikleri her konuda protesto gösterileri düzenleyebilirler.” Afganistan’ın açıklamasının ardından, kısa bir süre içinde, İranlı muhaliflerin internet siteleri ve Facebook sayfaları haberi takdirleriyle bildirdiler.

Bahsettiklerim, biri bölgedeki müttefikleriyle birlikte ABD’nin baş düşmanı (İran), biri ABD’nin sabık müttefiki (Tunus) ve diğer ikisi, savaştan yorgun düşmüş veya askeri işgal altında (Afganistan ve Filistin) olan bu dört ülke…

Özgürlük için isyan dalgasının yayıldığı bu ülkeleri, en son hileli bir seçim geçiren Mısır’la ve Fas’tan Suudi Arabistan’a birçok benzerleriyle karşılaştırın. Bu ülkelerde de yükselen özgürlük dalgası artık baskılanamaz görünüyor.

Suriye’den Mısır’a, Yemen’e Arap liderleri benzer başkaldırıların kendi ülkelerinde de vuku bulacağı hususunda endişeliler. Çoğu gözlemci, “Arap demokrasisinin baharı”nın nihayet yaklaşıp yaklaşmadığını merak ediyor. Bu sefer, özgürlük ekseni ulusal, etnik ve hatta dini kimlikler tarafından kırılmıyor. Genç ve bıkkın bir nüfus, ABD’nin kendilerine destek verip vermediğine bakmaksızın, rejimleri alaşağı edecektir.

Ekonomi çarklarının işlememesi, şiddetli sosyal karışıklık, temel siyasi hatalar ve statükonun her yere nüfuz eden kültürel yabancılaşması, bu toplumların temellerini sarsacak ve bölgenin jeopolitiğini yeniden şekillendirecektir.

Satış yaptığı arabasına el konulunca Tunuslu genç seyyar satıcı Muhammed Bouazizi’nin ümitsizce kendini yakması, Ben Ali’yi deviren eylemler silsilesini harekete geçirdi. Şimdi ise Kuzey Afrika’ya ilham vermekte. Bu, bölgeye yayılmış olan umutsuzluğun açık bir göstergesi. Bugün vahşi bir teokrasi düzeni İranlılara göz açtırmayabilir veya başka bir gün, ABD dış siyaseti, yozlaşmış müttefiklerinin insan hakları ihlallerine ses çıkarmayabilir fakat değişim dalgası, kendinde gizli mantığıyla galip gelecektir.

Başkan Barack Obama, Tunus’taki demokratik değişimi hemen alkışladı, fakat ben onun yerinde olsaydım, Amerikan ideallerinin ve isteklerinin ruhuna sahip olmayan gaddar hükümdarların yanında olamayacağımı göstermek için kendi halkından kaçacak olan bir sonraki Arap veya Müslüman diktatörü beklemezdim.

19 Ocak 2011 tarihli yazının İngilizce aslı için: http://edition.cnn.com/2011/OPINION/01/19/dabashi.tunisia.revolt/
*Hamid Dabashi, “İran: Ketlenmiş Halk” (Metis, 2008) kitabının yazarı ve Columbia Üniversitesi İran Araştırmaları ve Karşılaştırmalı Edebiyatı Hagop Kevorkyan profesörü. Yirmiyi aşkın kitabından son yayınladığı "Iran, the Green Movement and the U.S.: The Fox and the Paradox" (Zed Books, 2010).